SOSYOKÜLTÜREL – SOSYOEKONOMİK ÇEVRE
Prof.Dr.Çağatay Güler
Sosyal, kültürel etmenler sosyokültürel çevrenin öğeleridir. Bir topluluktaki sosyal ve kültürel yaklaşımlar, inançlar, gelenekler sosyokültürel çevreyi oluşturur. Ekonomik boyutlar ön plana çıkarılmak istendiğinde sosyoekonomik çevreden söz edilmektedir. Sosyal çevre bir grubun bireylerini etkileyen özdeş ya da benzer sosyal durumlar ve sosyal rollerin tümünü kapsamaktadır. Bireyin yaşadığı ya da eğitildiği kültürle, etkileştiği toplum ve kurumlardır.
Sosyal, kültürel etmenler, değişik ruhsal etmenlerle birlikte giderek ağırlık kazanmaktadır. Çağdaş yaşamda sık duyulan stres vb. durumlar; sosyal, kültürel ve ekonomik etkenler insan sağlığını olumlu ya da olumsuz yönde etkilemektedir. Sosyoekonomik etmenler özellikle kişinin yaşamını ve sağlığını etkileyenler ölçümü ve değerlendirilmesi en zor etmenlerdir. İstatistikler hastalık ve ölümlerle sosyoekonomik durum arasında dikkati çeken bir ilişki bulunduğunu gösterir. Ekonomik olarak düşük bölgelerde yaşayanlar daha refah içindeki bölgelerdekilere göre daha az sağlıklıdır.
Dünya Sağlık Örgütü’nün sağlık tanımında da sosyal iyilik hali geçmesine karşın genellikle belirsiz kalmıştır. Last bu durumu şöyle vurgular:
“Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) anayasasının başlangıcı sağlığı, sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bedensel, ruhsal ve sosyal iyilik durumu olarak tanımlar. Biz esas olarak sağlığın yokluğunun derecelerini gösteren olayların ölçümlerine güvendiğimizden, bu kötü bir eylemsel tanımdır. Aynı zamanda, bu gerçek dünyada nadiren ulaşılan ideal bir durumu tanımlar ve kimse “sosyal iyilik durumunun” tam olarak ne anlama geldiğini bilmemektedir”..
Hastalık ve sağlık diğer çevresel etmenlerin olduğu kadar toplumunu da bir üründür. İşsizlik, yetersiz çevre, tıbbi bakım yetersizliği, zorlu sosyal koşullar sözgelimi yetersiz konutlar ve yüksek suç oranları önemli etkiler yapar. Katkı yapan etmenler sosyoekonomik durumun dışına da taşar. Çalışmalar politik gücü olmayan gruplar özellikle düşük sosyoekonomik düzeydeki bölgelerde yaşayanların çevre kirliliğinden orantısız boyuta etkilendiğini göstermektedir. Endüstriyel ve toksik atık bölgelerine yakın yaşayanlar örnek verilebilir. Bu nedenle ABD Başkanı 1994 yılında “çevresel adalet” emrini imzalamıştır. Bunun gereksinimlerini Amerikan Çevre Koruma Örgütü 2001 yılında “ bütün ırk, kültür ve gelir düzeyindekilere gelişme, yürütme, çevresel yasa ve politikaların uygulanması bakımından adil davranılması, hükümetin karar süreçlerine anlamlı bir biçimde katılımlarının sağlanması” olarak tanımlamaktadır.
Kentleşme bu açılardan önemli bir sosyal müdahale anlamı da taşımaktadır. Günümüzde dünya nüfusunun kentsel çevrede yaşayanlarının oranı %50’yi aşmıştır. Gelecek 20 yılda bunun %20’yi aşacağı belirtilmektedir. Tüm dünyada kentsel yaşam kalitesi giderek azalmaktadır. Günümüzde kentsel çevre kalabalık, gürültülü, sağlıksız bir yapı kazanmıştır. Doğal habitatlar azalmış ve küçülmüş, yapay kanallarla akarsu ve yüzeysel su kitleleri olumsuz etkilenmiş, sucul alanlar ve bataklıklar doldurulmuş ya da kurutulmuştur. Yeraltı su katmanları giderek yoksullaşmış, su havzaları kentsel yerleşim ve tarım alanı haline gelmiştir. Kentsel merkezlerin yarattığı sıcak adalar soğutma maliyetini ve kirletici yoğunlaşmasını artırmıştır. Leonardo da Vinci 500 yıl önce yaya ve taşıt yollarının seviye farkı yaratılarak ayrılmasını önermişti. Birçok modern kentte metrolar, bisiklet yoları vb ile onun önerisi gerçekleştirme yolunda ilerlemişse de vahşi kentleşme süreçleri önlenemediğinde sonradan gerekli alt yapının gerçekleştirilmesi çok zor ve pahalıdır. Araç yönelimli kent planlamasından yaya yönelimli kent planlamasına geçiş çok üst düzey kentlilik bilinci ve buna bağlı seçmen baskısına bağlı olduğundan çok zordur. Terk edilmiş endüstri bölgelerinin kazanılmasıyla gerçek kentleşmenin canlandırılması çabaları yaygınlaşmaktadır. Yeşil bina tasarımlarıyla arıtılmış atıksuların tuvaletlere tekrar döndürülmesi, pencerelerin açılır kapanır özelliklerinin korunması, güneş ışığı olanakları ile birlikte binaların dış ortam sıcaklık değişiminden etkilenmemesini sağlayacak önlemler bunlar arasında sayılabilir. Güneş enerjisi alt yapısı önemli katkılar yapabilecektir. Gölge sağlayan, yüzeysel akıntıları emen ağaçlık alanlar oluşturulması, yapraklarıyla kükürt dioksit, karbon monoksit, azot dioksit ve ozonu soğuran bitkiler büyük katkı yapabilmektedir. Bu yapraklar uçartoz ve uçardamlaları tutan yapışkan bir yüzey de oluşturmaktadır.
Sonuçta oluşan bireysel sağlık sorunu bütün aileyi etkiler. Ailenin gelir getiren bireyinin hastalığının sonuçları aile refahını etkilediğinde bir sağlıksızlık kısır döngüsü başlar. Çok sayıda aile etkilendiğinde toplum refahı etkilenir. Çünkü aileler ekonomik düzeylerini aşan sağlık giderlerini karşılayabilmek için birikimlerini kullanmak, borçlanmak, mallarını satmak, yiyecek hastalıklarını kısıtlamak ya da çocuklarını okuldan almak zorunda kalır. Bunları yapamadıklarında ise gerekli sağlık hizmetinden isteyerek ya da istemeyerek yoksun kalırlar.
Sosyal güvenlik kaynakları zorlandığında maliyeti azaltmak üzere sağlık güvencelerinin kısıtlanması giderek sosyal güvenlik sistemini işlevsiz kılar. Bireylerin katkı payları artırılırken, normalde akılcı kaynak kullanımı için gerekli olan basamak sistemi bile yüksek tanı, tedavi olanaklarına erişebilmeyi engellemeye yönelik bir araç haline gelir. Toplumun bilimsel olmayan yaklaşımlara yönelmesine, istismarcıların eline düşmesine neden olur. ”Kanıta dayalı tıp” gibi bilimsel görünen aslında sağlık sigorta yükünü azaltmaya yönelik yaklaşımlar sağlık bakım kalitesini düşürerek maliyeti azaltmayı hedefleyen vahşi piyasa araçlarına dönüşür. Vakaya dayalı hekimlik yaklaşımı, hatta “hastalık yoktur, hasta vardır” görüşünü korkulan bu nedenle aşağılanarak çağdışı gösterilmeye çalışılan yaklaşımlar haline gelir. Hekimliğin etik ilkeleri kemirilmeye başlar ve “zamanında sağlığına özen göstermediği için” şişmanlamış ya da her hangi bir hastalığa yakalanmış olanlara “vergi verenlerin bütçesinden” sağlık bakımı verilmemesi biçiminde etik olmayan hatta neredeyse “düşmanca yaklaşımlar” ön plana çıkmaya başlar.
mal gibi aynı dersem yalan olur güzel işte…