On-line ISSN:2147-155X

2015 NUSRET FİŞEK HALK SAĞLIĞI HİZMET ÖDÜLÜ

18 Kasım 2015, Çarşamba, 12:30 | Genel | 1.581 kez okundu | 0 yorum
2015 yılı Prof. Dr. NUSRET FİŞEK HALK SAĞLIĞI HİZMET ÖDÜLÜ , Dr. Umur Gürsoy ve Doğa ve Çevreyi Koruma Derneği’ne verildi. Ödül süreci ile ilgili olarak isteğimizi kırmayan sayın Dr. Umur Gürsoy’un bültemize gönderidiği yazıyı aşağıda sizinle paylaşıyoruz. Kendilerini tebrik ediyor, bu anlamlı ödülü, felsefesiyle birlikte bizimle paylaşan Umur Gürsoy’a çok teşekkür ediyoruz.   BU ÖDÜLE […]
2015 yılı Prof. Dr. NUSRET FİŞEK HALK SAĞLIĞI HİZMET ÖDÜLÜ , Dr. Umur Gürsoy ve Doğa ve Çevreyi Koruma Derneği’ne verildi.
Ödül süreci ile ilgili olarak isteğimizi kırmayan sayın Dr. Umur Gürsoy’un bültemize gönderidiği yazıyı aşağıda sizinle paylaşıyoruz. Kendilerini tebrik ediyor, bu anlamlı ödülü, felsefesiyle birlikte bizimle paylaşan Umur Gürsoy’a çok teşekkür ediyoruz.

 

BU ÖDÜLE SAHİP ÇIKMAK GEREK

Umur Gürsoy

Yaşamın her ân’ı benim için bir eylemdir. Nazım Hikmet’in dizeleriyle yaşamak; “Şakaya gelmez”, büyük bir ciddiyet gerektirir. Bana verilmeye değer görülen 2015 yılı Nusret Fişek Halk Sağlığı Hizmet Ödülü’nü de böyle bir eylem ân’ı olarak algılıyorum.

Her ne kadar Orhan Veli “Gemliğe doğru/Denizi göreceksin/Sakın şaşırma” dese de; benim öyküm, ilk hekimlik yıllarım (80’lerin başı) Gemlik Körfezi’nin orta yerinde deniz suyu örneği alırken gördüğüm at ölüsüne hayret ederek başladı. “Önde zeytin ağaçları; arasında yâr”, onların da arkasında kirli bir sanayi ve kirli bir Körfez vardı. Sonradan o kirliliği 1988’de bir yıl çalıştığım İskenderun Körfezi’nde de gözlemledim. Halk ve resmi kurumlar körfezleri temiz sayıyordu. Oysa, İskenderun Demir-çelik Fabrikası ve etrafındaki çok sayıda irili ufaklı haddehane ve elektrik arkı teknolojisiyle hurdadan demir çelik üretim tesisi, körfez hava sahasını ve suyunu cehenneme çeviriyordu. Devasa miktarlarda kömür yakarak cevherden eritilen demir soğutulup haddehanelere veriliyor, onlar da demiri tekrar kömür veya petrol ile akkor haline getirilip yumuşatıp demir ve çelik ürünlerinin ara ürünlerini (inşaat demiri, çivi, saç vb.) üretiyorlar; çoğunu ihraç ediyorlar ve iş yapmış gibi vergi iadesi alıyorlardı.

Giderek bu hurda demirden demir elde etme işi öylesine büyüdü ki; her biri İskenderun kentinin evsel elektriğini tek başına tüketen ve Almanya ve ABD’den alınmış ithal hurda demir-çeliklerin üzerindeki ağır metal içerikli boya yanma salımlarını Amanoslar’ın eteğindeki yüzbinlerce insanın yaşadığı yerleşim yerlerine ve doğal ortama arıtmasız biçimde vahşice salan haddehanelere elektrik yetiştirmek gerekiyordu.

İmdada, Körfez’in 35 km kadar karşı yakası Adana-Yumurtalık’a uzun protesto eylemlerimize rağmen 2004 yılında işletmeye alınan bir büyük kömürlü termik santralı yetişti. Artık devasa miktarlarda ithal kömür yakarak elektrik üreten; ürettiği elektriği bize satarak bir de üzerine kâr eden bir Alman ortaklı elektrik santralımız olmuştu. Santralın % 40 hisseli ikinci ortağı ise Türkiye’yi düşmanlarına karşı korumakla görevli ordumuzun yardımlaşma şirketi idi: OYAK. Körfezde para kazanmak hırsı ile aptalca şeyler oluyordu. Almanlar ve diğerleri kendi çevre politikalarını Türkiye üzerinden uyguluyorlar; kendi hurdalarından para karşılığı Türkiye’ye satarak kurtulurken; Yumurtalık ve İskenderun Körfezi havzasını havadan sudan kirleterek ürettikleri elektriği bize satarak üstüne bir daha para kazanıyorlardı. Çünkü ne bakan ne gören vardı. Hava ve sudaki kirlilik nitelikli ve körfezi temsil edecek biçimde ölçülmüyordu. Özel (ticari) Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) firmalarının devlet kurumlarındaki ÇED ve gayri sıhhi müessese (GSM) ya da sağlık etki değerlendirmesi (SED) bilmeyen, iş güvencesiz teknik kadroları kandırmaları veya idari baskı yapmaları zor olmuyordu.

Artık bereketli Nur Dağları’nın serin sularını Körfeze taşıyan irili ufaklı derelerde Karacaoğlan’ın sevdiğinin gözleriyle bakan yavru balabanlar yerine, onlarca kömürle termik santralın kömür tozuna batmış dev yapıları ve kül yığınları vardı. Birbirine ve köylere, Türkiye’nin portakal bahçelerine; mısır ve fıstık tarlalarımına ve hayvanlarımızın otladığı çayırlara bitişik nizamda yapılmış organize sanayi bölgelerimiz, çimento fabrikalarımız, irili ufaklı kömürlü onlarca termik santrallarımız ve Mersin/Gülnar/Akkuyu’da uzakları yakın eden sekiz reaktörlü, 8000 MW kapasiteli nükleer santral sahamız vardı.

Artık Yaşar Kemal’siz, öksüz ve yetim çakırdikenleri kanserden, KOAH’tan, işe giderken geçirilen trafik ve iş kazalarından giderek daha fazla ve daha erken ölen kız-erkek işçilerin ve yöre halkının ak göğüslerinde çıkıyordu. Türkiye, 2008 yılına kadar köylerinde ölüm toplamıyor; kaba ölüm hızını sadece il ve ilçe merkezleri için verebiliyordu. Dolayısıyla genellikle belde ve köy sınırlarına yakın yerlerde yapılan termik santrallar, çimento fabrikaları ve sonrasında nükleer santrallardan dolayı artacak ne kaba ölüm hızını, ne hastalığa bağlı ölüm hızını (örn. kan ve organ kanserleri) ne de mesleğe bağlı (örn. çiftçilere özel) bazı ölüm ve hastalık hızlarını bilemiyor ve gelecekle karşılaştırmak için biriktiremiyorduk (ne dün Çernobil kazası öncesi biliyorduk; ne de bugün bildiğimiz söylenemez). 2012 yılından itibaren ikamet edilen yere ve hastalığa özel ölüm hızları istatistiklerimiz olmuştu, ama yine önümüze aynı engel çıkıyordu: Köy ve beldelerin veya ilçelerin ölüm nedeni hızları neydi? Kaç artı kaç eksiyi götürüyordu? Örneğin ÇED raporu orta ölçekli sanayi bölgelerine göre alınan ve yine de rüzgârları Tüysüz köyüne, Toprakkale ilçesine ve Osmaniye merkezine esen Osmaniye organize sanayi bölgesinin sağlığı koruma bandı mesafesi 150 metreden 50 metreye düşürülüp; içine ağır ölçekli üç adet sanayi kuruluşuna, demir haddehanesine izin verildikten sonra Tüysüz’ün, Toprakkale’nin ve Osmaniye Merkez’inin hastalık, kanser ve ölüm istatistiklerinde ağır sanayi yatırımı öncesine göre nasıl bir değişiklik olacak bunu hiçbir zaman öğrenemeyecektik. Osmaniye’nin diğer altı ilçesinin ölüm ortalaması artısı, Toprakkale’nin bir eksisini götürüyor muydu? Kenti yanlış temsil eden hava kalitesi izleme istasyonu, Osmaniye havasına Türkiye ve Dünya’da kirlilik dereceleri getiriyordu.

Bildiklerimi yöneticilere aktaramıyor, halkın dikkatini çekemiyordum. Bir avuç çevreci arkadaş yörede (Doğu Akdeniz’deki Mersin, Adana, Osmaniye, Antakya ve K. Maraş il ve ilçelerindeki 23 çevre koruma dernek ve dayanışmasını) ve Türkiye’de Ekolojist/Yeşil/Çevreci (EYÇ) girişimlerini ve eylemlerini örgütledik. Herkes uzun teknik metinler, makaleler okuyamıyor; iş ve gücünden ve işlerinin bozulması, işten atılma endişesi ile aramızda görünemiyordu. Herkesin çalışma saati, izlediği televizyon, ilgi alanı, günlük zamanını geçirdiği yer farklı idi. Bizler arabalarımızın içinde eylem yaparken çok hızlıydık. Kimse biz hızla giderken veya biz bize toplantı ve mitinglerimizde açtığımız pankartlarımızı okuyamıyordu.  “Yumurtalık Termik Santralına Hayır” yazan büyük bez afişlerimizi bölge kaymakamları astırtmıyor, santralın yapılacağı Yumurtalık ve Ceyhan’da mitinglerimizi engelliyorlar; sonra da Yumurtalık Sugözü Santralına müdür oluyorlardı.

Uzun bisiklet eylemlerimi ve yürüyüşlerimi bu yüzden, değişik zaman dilimlerinde ve değişik mekânlarda halkın önünden geçip olabildiğince fazla kahve ve televizyon, radyo sohbeti yapmak için yaptım. Popüler (halklaştırılmış) ve bilimsel yazılar yazdım. Biri bilimsel, biri popüler telif kitap yazım; biri kitap, biri kitapçık iki çevirdim. Pek çok şeyi başaramadık, ama Doğu Akdeniz’de yapılmak istenen iki çimento fabrikasını (Osmaniye), bir tehlikeli atık yakma ünitesini (Tarsus), bir adet termik santral yatırımından vaz geçme (Yumurtalık ENGİE-ADA), iki adet termik santral ÇED davası iptali (Erzin), yaklaşık 7 adet termik santralın lisans iptali, yazdığım kitabın dönem milletvekillerince okunması nedeniyle Akkuyu Nükleer Santralı yatırımının geciktirilmesi gibi ortak başarılarda eylemci, bilirkişi ya da kanaat önderi, yazar olarak katkım olmuş olabilir.

Ödülün bana verilme gerekçesi ödül töreninde sözlü olarak “Çevre sağlığı alanında bir ömür boyu süren çalışmalarım, kitaplarım, yazılarım, sivil toplum önderliğim, termik ve nükleer santrallarla ilgili bilirkişilik ve raporlarım” mealinde açıklandı. Bu ödül aynı zamanda Doğu Akdeniz ve Türkiye çevre koruma savaşanlarına verilmiştir. Getiren götüren, sebep olan, veren sağ olsun. Hiç değilse halk sağlığı camiasının dikkatini çevre sağlığına çekmeyi başardım.

Gelelim ödülün kendisine. Ödülü kazandığımı duyan Hacettepe’den bir sınıf arkadaşım, “İyi ki ödül almaya muhalefet ermemişsin” diye yazdı. Ben de ona “Acele etme” dedim. Çünkü bu yazıyı yazacağımı biliyordum.

Tören öncesi

Sabah Hacettepe’de, akşamüzeri de Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ödül ve anma töreni var olduğunu kendi çabamla öğrendim. Her zamanki gibi törenler akademisyen bakışı ile Ankara’dakiler, arabası olanlar, taksiye binenler, her yeri her adresi bilenler ve ulaşımda uçağı kullananlar için vb. için yapılıyormuş gibi hazırlanmıştı. Ailesinden kalanların azalması nedeniyle son yıllarda Nusret Fişek’in mezarı başında anma yapılmadığını Necati Dedeoğlu’nun http://www.halkinsagligi.org ‘daki yazısından öğrendim. Yaşadığım kent Osmaniye’den 02 Kasım 2015 akşam 23.45 otobüsü ile hareket ettim. Sınıf arkadaşım halk sağlığı uzmanı Dr. Muammer Karakaş, Dikmen sırtlarında arabasıyla beni karşıladığında kuşluk vaktinin başlamasına daha çok vardı. Hava henüz aydınlanmamıştı ve tek tük yıldızlar görülüyordu. Bu saatte çıplak gözle görülen en parlak yıldızı seyrederken; adının Seher yıldızımı, Çoban yıldızı mı yoksa Çolpan yıldızı mı olduğunu; yıldız mı yoksa Venüs gezegeni mi olduğunu; güneyi mi gösterdiğini; gezegen ise yerinin sürekli değişeceğini; kuzey yıldızının gerçek kutbu göstermediği üzerine her zaman yaptığımız benzer tatlı sohbeti yaparak Muammerlerin evine geldik. Gece otobüste hiç uyuyamamıştım; kahvaltı sonrasında Mummerlerde 1-2 saat uyudum. Öğle yemeğinden sonra toplantının yerini Google’dan bulup saat 15.00’de tören için çıktık. Muammer arabasının Yukarı Ayrancı’da bir yere park etti. Ben bir berberde sakal tıraşı oldum; berber muhalifmiş; iktidarı çekiştirdik. Hava günlük güneşlikti. Muammerle yürüyerek Amerikan büyükelçiliğinin karşısındaki toplantı mahalline vardık. Muammer’in işi vardı; O, törenden sonra buluşmak üzere ayrıldı.

Tören

Ödül töreni 17.00’de başlayan Nusret Fişek Anma Etkinliklerinin içinde yer alıyordu. Etkinlikler başladıktan 5-10 dakika sonra salona girdiğim için başta ne konuşuldu, Nusret Fişek’in yaşam öyküsünü anlatan bir kısa video film veya saydam gösterisi oldu mu bilmiyorum. Sonra iki konuşmacılı 20 dakikalık “Göç ve Sağlık” konulu bir panel ve ödül töreni ve yaklaşık 20 dakikalık bir batı sanat müziği tarzında Keman-piyano dinletisi ile etkinlikler bitti.

Halk sağlığı hizmet ödüllerinin verilmesinden önce nedeni, niçini iyi açıklanmayan (bilen biliyordu) bir ödül Aziz Nesin Vakfına verildi. Ödül programında bu ödülün adı Çocuğun İnsan Hakları diye yazıyordu. Ödülü alan vakıf yetkilisi güzel ve beş dakika süren bir teşekkür konuşması ile Aziz Nesin ve Nusret Fişek’i andı.

Sıra Nusret Fişek Halk Sağlığı Hizmet Ödülü’nün sahiplerine verilmesine geldi. Bu dönem ödül iki kişi(lik)ye verilmişti. Benden önceki ödül sahibi Bursa’da icrai faaliyet eden Doğa ve Çevreyi Koruma Derneği (Doğa-Der) idi. Doğa-Der’in de ve açılımının da benim dışımda herkes tarafından bilindiğini varsaydım. Ödülün verilme nedeni (gerekçe) sunucu kadın tarafından okunduktan sonra ödül Doğa-Der yöneticilerine sunuldu. Yöneticiler bir dakikalık kısa bir teşekkür konuşması yaptılar. Bende aslen Bursa-İnegöllü olmam nedeniyle bu dönem ödüller Bursa’ya gitmiş oldu.

Nusret Fişek Halk Sağlığı Hizmet Ödülü, Oskar Ödülleri gibi onlarca türdeki birincisi, ikincisi, üçüncüsü olan bir ödül değildi. Bu ödül daha çok, Nobel ödüllerinde olduğu gibi tek türde kazananı olan (örn. Edebiyat) ve bu nedenle uzun bir ödül konuşması yapılmaya uygun bir ödüldü, ama Fişek ödülü’nün; önceden soruşturduğum kadarıyla, Orhan Pamuk’un “Babamın Bavulu” gibi uzun bir ödül konuşması yapılma geleneği yoktu. Yine de Adana’dan halk sağlıkçı bir meslekdaşımın akıl vermesiyle birkaç gündür hazırladığım konuşma taslağına son şeklini vermeden yanıma almıştım. Yaklaşık 100 kişiyle dolu salonda beni bir iki hoca arkadaşım dışında kimse beni, ben kimseyi tanımıyorduk.

Aziz Nesin Vakfı yetkilisinin sözünün kesilmemesi bana ümit vermişti; sahneye davet edildiğimde konuşmaya karar vermiştim. Nasıl olsa beni susturan olmazdı. Sunucu genç kadın ödülün bana veriliş gerekçesini “Çevre sağlığı alanında bir ömür boyu süren çalışmalarım, kitaplarım, yazılarım, sivil toplum önderliğim, termik ve nükleer santrallarla ilgili bilirkişilik ve raporlarım” şeklinde açıkladı. Beni tanıtan bir kısa özgeçmiş ve video vb. gösterisi yapılmadı.

15 dakika sürdüğünü sandığım duygu dolu konuşmamda Nusret Fişek Hocamı saygıyla andım. Göreceli başarımın arkasında iyi bir anne-baba, iyi arkadaşlar, iyi hocalar ve beni filozof bir halk sağlıkçısı yapan iyi bir eş olduğunu söyledim.

Ödül Konuşması

Nazım Hikmet’in “Kerem Gibi” şiirinde anlatıldığı ve bugünlerdeki gibi havanın kurşun gibi ağır olduğu bir dönemde tıbbıyeden 1979 yılında mezun olduğumda başta sağlık alanındakiler olmak üzere havadaki kurşun gibi ağır karanlıkları eritmeye, karanların aydınlığa çıkması için Kerem gibi yanmaya karar verim. Hacettepe bir arkadaşımla beni düşük puan aldığımız gerekçesiyle asistanlığa kabul etmedi. Nusret Hoca ve Nevzat Eren, “Bursa’da Rahmi var.” dediler.

Rahmi Dirican, halk sağlığı uzmanlık asistanlığı sınavını kazandığım zaman beni bir köşeye çekip: “İyi düşün; zengin olmayı tepiyorsun” demişti. Yıllar sonra Dirican’ın tavsiyesi ile gittiğim Akdeniz Üniversitesi Halk sağlığı Anabilm Dalı’nda Necati Dedeoğlu’na “Kentin hâkim rüzgâr yönü üstüne yapılmak istenen organize sanayi bölgesine karşı çıktığım ve çevre sorunları ile ilgili yazı ve eylemlerim” nedeniyle çok sayıda idari cezamın ve sicilimin bozuk olduğunu söylediğimde, “Onlar bizim zenginliğimiz.” dedi. Bugün aldığım bu ödül ile Karun kadar zengin oldum; demek ki rahmetli Rahmi Dirican yanılmış.

Yasaklı olduğu için Aziz Nesin takma isimlerle yazdığı yazıları kendisinin yazdığını her defasında polise ihbar edenin Akbaba mizah dergisinin yayın yönetmeni Yusuf Ziya Ortaç olduğunu yıllar sonra öğrenince başkanı olduğu bir edebiyat ödülü jürisini ikna ederek Yusuf Ziya Ortaç’a ödül verdirir. Ödülü aldığım bana telefonda bildirilince önce şaka yollu da olsa “Eyvah ben kime karşı bir suç işledim” diye düşündüm. Sonra da ödülün bende yarattığı sevinç duygusunu bir başka sevinçle karşılaştırmak istedim: Ödül beni, âşık olduğum kadının da bana âşık olduğunu söylemesi kadar sevindirdi.

Roland Barthes, bir eserinde şiddeti: “Birini, istemediği şeyi yapmak zorunda bırakmak için yapılan baskı” olarak tanımlar. Halk sağlığı uzmanlık eğitimim ve 6 yıl süren üniversite öğretim görevliliğim haricinde kalan 26 yıl boyunca ilgi alanım olan çevre sağlığında bana hiçbir resmi görev ve sorumluluk verilmedi.

36 yılı aşan meslek yaşantımın tamamında eylemli bir halk sağlıkçısı oldum. Gündüz yaptırılmayan çevre sağlığı işlerimi geceleri ve tatil günleri yaptım ve hiçbir zaman kendime rağmen yaşamadım. Bunu halk sağlığı uzmanı olmama borçluyum.

Çinli bilim adamı Fao-Muji’nin 1270 yılında oğluna yazdığı mektuptaki gibi “Askerler bilginlerden daha şerefli sayıldığı, bilginler de kendine değil kitaplarına güvendiği” için 1999 yılında 45 yaşımda başladığım akademik hayatıma 2005’te kendi isteğimle son verdim; Osmaniye’deki bahçeli evime döndüm.

Üniversitenin neden olduğu depresyonum iki yıl sürdü. Nükleer santrala karşı yazılarım dışında hiçbir çevre mücadelesi içine girmediğim bu dönemde Türkiye’nin doğal ve tarımsal alanlarına, yerleşim yerlerine kirli sanayi ve enerji yatırımları özellikle maden yasası değişikliği ve ÇED muafiyetleri ile acımasızca çoğaldı. Bir gün işyerime gelerek bana “Kastabala’yı kaybediyoruz, üzerine çimento fabrikası yapıyorlar” diyen 96 yaşındaki Cumhuriyet kadını arkeolog Prof. Dr. Halet Çambel, beni utandırdı ve tekrar çevre koruma mücadelesini içine bütün gücümle girdim. Kuvvetli bir direniş sonucunda mahkeme kararı ile Kastabala’yı kurtardık. Bir gün Osmaniye’ye gelirseniz gezebilirsiniz.

Son birkaç yılda internet gruplarına yazdığım düşüncelerim genç hekim ve halk sağlıkçılar arasında destek buluyor. Zaten yaşam, çevre sağlığının giderek bozulduğunu gösteren kanıtlarla bizi çevremizi korumaya zorluyor. Bu gençlerden bazıları üç yıl önce Osmaniye’ye Tabip Odası’nı kurdular. Dönem başkanı genç Dr. Bengü Başlamışlı İmadoğlu, beni arayarak ısrarla çalışmalarım özetini istedi ve beni ödüle aday gösterdi.

Çanakkale ve Suriye cepheleri gazisi dedem, babaanneme: “Çanakkale’de 18 yaşını doldurmamış gencecik çocuklara cephe gerisinde bir hafta silah eğitimi verip fırına ekmek sürer gibi cepheye sürerdik. Yavrucuklarım, patlayan top mermisinin açtığı çukuruna girin; oraya bir daha top mermisi düşmez diye öğretmemize rağmen top sesinden ürkerek “anacığım, anacığım” diyerek kaçışırlar ve bir başka top mermisinin hedefi olurlardı” diye anlatırmış. Ben de kendimi 15-18 yaşları arasındaki çocukları cepheye süren dedem gibi çaresiz hissediyorum. Ana-çocuk sağlığında göreceli yüksek başarılara imza atarak oluşturduğumuz çocuklarımızın görece sağlıklı bedenlerini uluslararası para babalarının ve onların yerli işbirlikçilerinin kişisel ve ulusal çıkarları için; kendi kişisel ve ulusal çıkarlarımıza rağmen, acımasızca kirlettikleri hava, su ve besinlerle dolu bir cepheye yolluyoruz.

Her şeyi bilen bilim topluluğumuz hiçbir şeyi akıl edemiyor. Günlük yaşamı tıbba değil; tıbbı tüketim ekonomisinin oluşturduğu bu sahte yaşama uydurduk. Koruma hiçbir zaman tedaviden üstün olmadı. Bunu Reich’in “Küçük adam”ının askerden korkan tıptaki temsilcileri ve düzenin yöneticileri yaptı. Kırsal alanlar, ormanlar, deniz, göl ve akarsular temiz hava su ve besinin temel kaynağıdırlar. “Temiz hava sahası” masalı ile, kirletilmemiş kırsal ve kentsel alan bırakmadık. Tıp eğitimine yön verenler halk sağlığı derslerinin ve stajlarının sayı ve sürelerini kısaltarak bunlara onay ve destek verdiler. Bizi kendi, inbreed çocuklarımız güçsüz ve sakat bıraktı.

Çetin Altan “Kimseye yalan söyleme ihtiyacını duymayacak bir düzeye erişmiş olarak yaşamak” diye tanımladığı görece ‘başarıya ulaşmak’lığıma neden olan bir meslek uzmanlığım ve yaşantım var. Tıb uygulamalarında halk ve çevre sağlığında ve yaşama insan merkezli değil doğa merkezli bakmaz; ekolojinin kurallarına göre düşünmezsek dünyanın kaynaklarının bize bunu acılı bir şekilde öğreteceğini anlatmaya devam edeceğim. “Fuzuli’ye sormuşlar, Sevmek mi sevilmek mi istersin, diye: Sevmek isterim, demiş; zira sevildiğinden hiçbir zaman emin olamazsın. Bu ödül ile beni çok sevdiğinizi gösterdiğiniz için hepinize teşekkür ederim.

Nusret Fişek Halk Sağlığı Ödülünün Geleceği

Türkiye’de halk sağlığı, tıbbın ve akademinin koşu yollarında ve yaşamın içinde görünür değil. Onu ve bilim alanımızı görünür kılmak ve Nusret Hocamızın öğrettiği en önemli ayrıntıyı;  “Korumanın tedaviden üstün olduğunu” herkese göstermemiz ve öğretmemiz gerek.

Türkiye gibi zengini ve siyasetçisi aklı havada; ödül geleneği çok yeni ve acemi olan ülkelerde, adanmış öznesi (Nusret Fişek) ve ödül koyucusu (Türk Tabipleri Birliği-TTB) halktan ve çoğunluktan yana akçalı-akçasız ödüllerin geleceği pek parlak olmayabiliyor. Ödüle adını veren kişi ölünce ve veya popülerliğini; mirasçıları ve takipçileri de eski heyecan ve güçlerini yitirdikçe ödül giderek sıcak bir yıldız gibi soğuyup ışığını yitiriyor. Uzun zamandır izlediğim bu durum, Nusret Fişek Ödülünü alınca daha da belirginleşti; endişelerim var. Attila İlhan, “Oregon’un dediği doğru. “Hiçbir şeyi korumuyorlar. O iş halkı yani bize düşüyor”, der. Bu nedenle onu korumak için, ödülün kurucusu TTB’ye ve halk sağlığı camiasına bazı öğüt ve önerilerim olacak:

a) Kanıksamaya, hafifsemeye ve önem azalmasına karşı eylemli ve tasarımlı olmak: TTB’nin bu işe ayırdığı bütçeyi bilmiyorum, ama ödül öncesinin ve ödül töreninin ve ödül sonrasının (ödülü alanların haberleri vb.) daha iyi yönetilmesi ve ilgili kamuoyunun (sendikalar, çevre örgütleri, tıp ve çevre sağlığı meslekleri örgütleri, sağlık gazetecileri, sağlık medyası ve köşe yazarları vb.) iyi çalışılması gerekir. Törenden sonraki günlerde gerek ulusal ve yerel basında gerekse TTB ve HASUDER vb. sayfalarında ödül töreni ile ilgili bir haber ve resim yayınlanmadı. Koay ulaşılabilir olmayan bir TTB bağlantısındaki ödül alırken çekilmiş tek fotoğrafıma üç gün sonra ulaşamadım. Bu konuda halen hayatta olan ödülü daha önceki yıllarda almışların katkısı ve sekreterliği istenebilir. Ödül töreni daha şenlikli ve daha genç işi (müzik dinletisi ve panel konuları vb.) haline getirilebilir.

b) Gizli sansür: Gizli sansür, yazılı olmayan, öznelere (Nusret Fişek, TTB, ödüle değer bulunanlar) veya ötekilere ait (medya ve iletişimin diğer sahipleri, egemen güçler) uygulamalarla yayın veya haberlerin dağıtımının, ulaşılabilirliğinin baskılanması demektir. Bu durum hayatta olmayan birisine adanmış bir ödül ve bağlı işleri için sadece ödülün adandığı kişinin ailesi veya daha önce ödülü almış kişilerin öğrencileri, arkadaşları ya da meslektaşlarının eylemli çabalarıyla ve TTB medyasının iyi çalışması aşılmaya çalışılabilir. Bu yönüyle Türk Tabipleri Birliğine, bağlı odalarına ve HASUDER’e ve biz halk sağlıkçılarına çok iş düşmektedir.

 


Galerideki Resimler

Anahtar Kelimeler:

YORUM YAZ


Lütfen doldurunuz *

Henüz yorum yapılmamış.