Gazanfer Aksakoğlu
“Önüne eşeği bağla, profesör yapsın” dedi Uğur Cilasun. “İyi yakıştırma” dedim. “Zaten kime söylesem ‘doğru valla’ diyor, yadırgayana rastlamadım”. Yadırganır mı, tümümüz tanığız.
“Kordon sarktı, ne yaparsın?” diye sordu. “İterim kafayı” dedim benden öncekiler gibi. “İtersin” dedi. Benden sonrakiler de benzer yanıtı verdi. Hiç dinginliğini bozmadı, çünkü bilmediğimizi bildiği için sormuştu soruyu. Yavaş yavaş, kafamızın içine paketleyip dizerek anlattı, neden itilemez, neler yapılabilir,.. Daha mezun olmadan Nusret Bey’e beş kişi “biz salt halk sağlığı uzmanlığı almak istiyoruz” diye -birbirimizden bilgimiz olmaksızın- gitmiş, başvuran rekor sayıdaki yirmi beş aday arasından seçilmiştik. Asistanlığımızın ilk yılındaydık, o günse bizimle birlikte üç asistan daha vardı. Stajyerken kadın-doğumu hiç sevememiş, bir tek onda kaytarmış, ilk kızımın doğumuna kıdemlimin zorlamasıyla girmiş, okulu bitirmeden tümden soğumuştum. Ayşe Akın’la ilk karşılaşmamızdı. Öğretme isteği ve becerisine hayran oldum.
İlk yıla rotasyonlarla başladık, sonra kurslar gelecekti. Ara ara, özellikle de ocak hekimliği yapan bizden kıdemli asistanlar izine ayrıldıkça ocakta çalışıyor, bölge hastanesinde nöbet tutuyorduk. İki eksiğimi hemen algıladım. Ocakta ebe denetimi (ve eğitimi) yapacak, hastanede doğum yaptıracaktım ve ben bunları bilmiyordum. Ayşe Akın’a gittim, kadın-doğum eksiğim olduğu söyledim ve destek istedim. “Bir gün poliklinik yapalım birlikte” dedi. Denenecektim. Çubuk bölgesi o aylarda açılmaya başlanmıştı, o da başhekim olmuştu. Birlikte bakacağımız ilk hasta 18-19 yaslarında yeni evli bir adet gecikmesi idi. “Sen al” dedi, yazı masasına oturdu, dosyayı açtı. Perdenin ondan yana olan bölümünü açık bırakmıştım, izlemek istediğini biliyordum. Genç kızı rahatlatmak ve gevşetmek için bir yandan onunla konuşurken bir yandan Ayşe Abla’ya bulgu bildiriyordum. Uterus’a sıra gelince “antevers, antefleksiyo.,,” diye saymaya başladım, “altı-sekiz hafta irilikte” dedim. “Altı-sekiz hafta mı?” dedi. Ben işimi sürdürdüm, bitirince “şimdi ben geçeyim, sen dosyayı yaz” dedi. Bimanuel tuşeyi yapar yapmaz “hmmm” sesi çıktı ağzından. “Yaz, altı-sekiz hafta” dedi. Dünyalar benim oldu. Öğle yemeğine giderken “Perşembeleri ameliyat günüm, gece nöbete kalıp hastaları izliyorum, ayarlayıp benimle kalmak ister misin?” dedi. Kör istemiş bir göz,.. Yaklaşık bir yıl doğum, yenidoğan, jinekolojik cerrahi öğrendim. Olabildiğince ebe eğitimlerine katıldım, öğrendikçe ebelerin gözlerinin nasıl pırıl pırıl parladığına tanık oldum. Kadın-doğumu artık seviyordum.
Çok anlayışlı ve yumuşak davranırdı. Ama kusur görünce de aynı biçemle kesinlikle düzeltirdi. Öğle yemeğini iki kişilik bir masada yerdik. Hemşire yaklaştı, doğum geldiğini bildirdi. Başını kaldırdı, yüzüme baktı. “Ben alırım” dedim, kalktım. Otuzlu yaşlarında, şalvarlı, tipik Orta Anadolu kadını. Sekizinci doğumuydu, gebelik öyküsü “ne bilem ben”di. Ayşe Abla’nın “kesinlikle olmaz” dediği şeyi uyguladım, tuşesini karyolada yaptım. Açıklık tam. Doğum sayısı da uyumlu. Telefon ettim aşağı, bildirdim. “Masaya al, ben geliyorum” dedi. Kadını doğum masasına aldırdım, yıkandım, bohça açtırdım, steril giyindim, kadını steril örttüm. Bir iki dakika sonra Ayşe Abla geldi, eldiven giydi, tuşe yaptı, yine “hmmm”. Ama bu kez “hım”. Benden de “eyvah”! “Sen de bir daha bak” dedi. Dört santim! “Hiç soyunma, tam açık olunca bildirirsin, birlikte gireriz” dedi ve gitti. Üç saati aşkın bir süre ayakta, anatomik pozisyonda, ellerimin parmakları karnımın üzerinde bekledim. Açıklık tam olunca bildirdim, onun gözetiminde poşu açtım ve doğumu yaptırdım. Bir daha hiçbir koşulda hiçbir hastaya hiçbir nedenle jinekolojik masa dışında tuşe yapmadım.
Çubuk’un kışı. Pazar günü. Kar sabah durmuş, öğleden sonra Ankara asfaltı donmuş. Genç bir kadın geldi. Tek hekimim, iki de hemşire var. Doğum eylemi ilerledi, masaya aldık. Tuşe yaptım, baş yok. Bir daha, bir daha. Yok! Sterilim, telefonun almacını hemşire kulağımda tutuyor, ben Ayşe Abla’yla konuşuyorum. “Yoldan araç geçemiyormuş, gelemeyeceğim” diyor. Geçse o yolda otuz kilometre gelecek. “Yok onu zaten istemiyorum, ne olduğunu anlayamıyorum” diyorum. Yaşamımda ilk (ve son) kez korkuyorum. Tanımlıyor bana “iki minik ayağa benziyor mu?”. İyice yokluyorum, “evet”. “İyi, işin kolaylaştı. Sağ kolunu uterusa sok, bebek karın üstü koluna yatsın, boynunun iki yanına ikinci ve üçüncü parmağını yerleştir, çek” diyor. “Kafa kopmaz mı” diyorum, “bir şey olmaz” diyor. Tereyağından kıl çeker gibi çıkıyor. Rahatladım. Klempli plasentayı yavaş yavaş yokluyorum. Tık yok. Yarım saat oluyor. Almaç yine kulağımda. “Abla plasenta gelmiyor.” Uterusa elini sok, ikinci bir bebek olmasın.” Sokuyorum, “var” diyorum. “Onu da aynı biçimde çıkar.” Çıkarıyorum, plasenta da geliyor, alnımın terini siliyorlar.
Ayşe Akın anlatmakla bitmez. Yenikent’te ocak hekimiyim. Bir öğretmenle evli olan -tümü gibi- çok değerli bir ebem geldi. Biliyorum, çok istemelerine karşın çocukları olmuyor. “Bir de Ayşe Hanım’ı denesek?” dedi. “Ne ilgisi var?” dedim. “Onun özel bir yöntemi varmış” dedi. Bir eğitim toplantısında Ayşe Abla’ya danıştım. “Taze spermi uterusa inokule ediyorum” dedi. Yetmişli yılların ikinci yarısına yeni giriyoruz. “Adet gününü saysın, kocasıyla birlikte gönder”. İkinci denemede başarılı oldu. O mutluluğu anlatamam.
Eşim de hastasıydı, dost oldular. İyi hekimliği, iyi eğiticiliği yanında dostluğu da çok üst düzeydedir. Her konudan bir olumlu yan çıkartır, kendini de çevresini de mutlu eder. Ankara Fen Lisesi’nin yanında daire aldı. “Elinize sağlık, öğrenciyken diktiğiniz ağaçların yeşili gönlümü ferahlatıyor” diyor.
Disiplini, çalışkanlığı, sabrı, inat derecesinde kararlılığı, işi bitirmeyi ondan öğrendik. Tümümüz. Emekli olduktan sonra da yılmadan bunu sürdürüyor. Aklına, bilgisine, hele de emeğine, emeğine sağlık.